Travel

Travel

Sunday, November 13, 2022

FRUIT OF THE LOOM

 Sonoyta’dan kaç gün önce ayrılmıştı? Dün müydü, Patricia ile vedalaşmaları? Karşılıklı tako yemiş, tekila içmişlerdi Taqueria El Compa Nacho’da. Gündüzün yerini geceye bıraktığı çölün orta bir yerlerinde az biraz da olsa serinleyen hava, gecenin sayesindeydi, ama ağzı hâlâ kupkuruydu; elleri ise yeni yıkanmış bir kot pantolon gibi haşır huşur kabaydı. Yıkanmış çamaşır kavramı, annesini getirdi aklına. Annesi onu yolculamaya gelmemişti. Öne sürdüğü gibi Cananea’dan Sonoyta’ya uzanan beş-altı saatlik yorucu otobüs seyahati değildi onu biricik oğluna veda etmekten alakoyan; Carlos’un çıkacağı tehlikeli yolculuğuna gönlü razı gelmediğinden, hatta şiddetle karşı olduğundan gelmemişti. Patricia da Carlos’un planlarından dolayı endişeliydi ama yine de bir paket Fruit of the Loom marka iç camaşırı armağanıyla onu Taquere El Compa Nacho’dan uğurlamıştı.

Patricia ile Carlos Arizona Kingman’da birlikte büyümüşlerdi ve neredeyse aynı kaderi paylasmışlardı. Ancak, şimdi sadece Carlos idi Amerika’ya geri dönmek isteyen. Carlos henuz 9 aylik, Patricia 7 yaşındayken kaçak göçmen olan aileleri tarafından getirilmişlerdi Amerika’ya. Orada doğmadıkları, yasal yollarla da göç etmedikleri için yaşamlarını ‘kaçak’ olarak ve ABD göçmenlik ve gümrük muhafaza kurumu ICE’a yakalanmadan sürdürmeye mahkûmlardı. Önce Patricia, kendisine yüz vermediği için kinlenen  patronunun ihbarı ile ICE’ın ağına takılıp sınır dışı edilmişti. Birkaç ay sonra da Carlos Kingman’da marihuana içerken yakalanmış, kaçak olduğu ortaya çıkınca da Meksika’ya gönderilmişti. Hiç tanımadığı, dilini bilse bile iklimini, huyunu, suyunu, kokusunu, politikasını, düşlerini bilmediği bir ülkeye, Arizona’nın amblemi AZ  harflerini dövme olarak kolunda taşıdığı eyaletten, son 14 ay hariç tüm yaşamını geçirdiği yurdundan apar topar atılıvermişti.

Gecenin serinliğini hafiften hissetmeye başlamışken, uzaktan gelen çakalların uğultusu ile titredi; midesi de bulanıyordu. Titremesini korkuya mı, epeyce kötülemeye başlayan sağlığına mı yoracağını bilemeden, güçsüz bacaklarını sürükleyerek biraz dinleneceği bir yer arandı. El fenerinin sarı soluk ışığının yakaladığı kayaya çöktü ama çökmesiyle dikilmesi bir oldu! Yola çıkmadan önce ona litrelerce pet suyu satan dükkan sahibi, “Aman, sakın ha geceleri kayaların üzerinde oturma, uzanma; zehirli yılanlar, kertenkeleler, tarantulalar  soğuyan kumdan, günün sıcağını taşıyan kayalara çıkarlar,” demişti.

İçinin iyiden iyiye diplerde bir yerlere çekildiğini hissetti; bedeni sanki ufalıyor, küçülüyor, çölün kumuna tozuna karışıyordu yavaş yavaş. İçecek bir damla suyu bile kalmamıştı. Sabaha dek dayanabilse, artık laf geçirmekte zorlandığı, taşıyamadığı bacakları onu sabaha taşıyabilse; sınırda kaçaklara yardımcı olan gönüllülerin, hatta sınır kontrol devriyelerinin bazı noktalara su ve yiyecek bıraktıklarını duymuştu ya, onlara rastgelebilirdi gün ışığında. Ah birkaç damlacık olsun su içebilseydi şimdi, bacaklarına da güç gelirdi belki biraz. Başını göğe kaldırdı gecenin içine cömertçe saçılmış, oraya buraya dağılmış mücevherler gibi ışıl ışıldı yıldızlarla gökyüzü.

Annesi “Gitme oğlum,“ demişti en son konuştuklarında.

“Sen bana sordun mu anne, bebekken getirip büyüttüğün yerde beni ve kardeşimi bırakıp Meksika’ya döndüğünde?“

Yıllarca hizmetçilik, hasta bakıcılığı yaparak kızının doğumundan sonra da başlarında bir eş, bir baba olmadan iki evlat yetiştirmek kolay olmamıştı annesi icin. Carlos ve Selena kendi ayaklarının üzerine durmaya başlayınca da memleketine, kardeşlerinin yanına dönmüştü.

Şevkatle, yumuşacık ama endişeli bir tonla, “Organ Pipe Kaktus Çölü‘nden başka bir yolu seçsen olmaz mıydı?“ demişti, sorudan ziyade yalvarır gibi.

“Neden o acımasız kahrolası çöl yolunu seçtiğimi biliyorsun!”

Elbette biliyordu annesi. En zor yolu, bu vahşi araziyi yakalanma riskinin hemen hiç olmaması nedeniyle seçmişti. Çünkü ICE tarafından sınır dışı edilenler, Amerika’ya kaçak olarak tekrar girmeye yeltenirken yakalanırsa 20 yıl Federal hapishanede çürümeye, tecavüz edilmeye, dövülmeye mahkum olacak; kısaca hapisanenin iç işlerini tartışmasız ele geçirmiş hispanik çetelerin eline terk edilecek demekti.

Carlos’un tek istediği 130 km‘lik çölü sekiz günde geçmekti. Hesaplarını ve hazırlıklarını buna göre en ayrıntılı şekilde yapmıştı. Hain ve acımasız bir arazide 40-45 derece sıcaklıkta dağları tepeleri, kayaları tırmanacak, kurumuş ırmak yataklarını aşacak, yılan, akrep, tarantula, kırkayak, vaşak, çakal, dağ aslanı, yarasa gibi isimlerini aklına getirdiğinde bile içini ürperten çeşit çeşit musibete rast gelmemeyi umarak olabildiğince yürüyecek, rast gelse bile bulaşmamak için çaba gosterecekti günlerce. Yola çıktığından şu ana dek onlardan uzak durmayı da başarmıştı. Gündüzleri ara ara yürüyor, gözüne kestirdiği kaktüslerin altında kısa aralıklarla uyuyor, geceleri fenerinin soluk ışığı altında sürekli yürüyordu. Arada bir insana mı, hayvana mı ait olduğunu anlamadığı kemiklere rast geldiği de olmuştu. Kimi zaman da kendisi gibi sınırı geçmeye çalışan kaçakların ardında bıraktıkları çöp enkazlarına denk geldi. Yırtık pırtık giysiler, boş pet şişeler, yiyecek ambalaj artıkları, içi boşalmış balık, fasulye konserve tenekeleri, paramparça olmuş ayakkabılar ve sırt çantaları gibi atıklardan oluşan küçük tepelerdi bunlar. En çok da bu tepeler zorladı onu. Her gördüğünde önce sevindi, demek ki doğru yolda, kaçakların kullandığı patikada ilerliyordu; ardından hüzünlendi çünkü insana ait olan bu artıklar çölde bir başınalığını yüzüne vuruyor; insan sesine, dokunuşuna, sıradan yaşanan sade, sakin korkusuz hayata duydugu özlem keskin bir bıçak gibi yüreğini kanırtarak kurcalıyordu.

Aklını yine zorladı, yolculuğunun kaçıncı gününde olduğunu hatırlamaya calıştı, ama yolculuğa çıkış günü ile şu an, sanki aynı zaman diliminin içindeydi. Tek bir gece mi geçmisti, yoksa birkaç gece mi..? Yoksa tüm geceler, içinde durmaksızın yürüdüğü, bitimsiz kocaman  tek bir gece mi olmuşlardı?  Uzunca süredir bir çöp enkazı da görmemişti. Belki de yolunu kaybetmişti? Kaybolmak olasılığı panik hissettiriyordu. Kaybolmuş olamazdı. Yola çıkmadan önce yürüyüş yolunun tüm haritasını beynine kazımıştı. Telefonun pili çoktan bitmişti ama yanında haritalar da getirmişti ve onları harfiyen takip etmişti. Evet, kaybolmuş olamazdı; susuz ve yorgundu sadece. Biraz dinlense, bir parça su içse yolunu da çabucak tamamlayacak, çölün öte tarafında, Gila Bend’e vardığında kendisini bekleyen kız kardesi Selena’ya kavuşacak, birlikte Las Vegas’a gideceklerdi.

Selena muhasebe ofisinde çalıştığı otel-kumarhanenin temizlik hizmetlerinde ona da bir iş ayarlamıştı. Kingman’da Walmart’da başına geldiği gibi, otelde de asgari ücretin  altında kazanacaktı. Kaçak işçi olunca buna razı gelmekten başka bir seçenek yoktu ama dert ettiği de yoktu eksik ücretle calışmayı. Yeter ki tekrar dönebilseydi memleketine, sevdiği özlediği her şeye, herkese yeniden kavuşabilseydi; Selena’ya yük olmadığı sürece boğaz tokluğuna bile itiraz etmezdi.

Havasını, suyunu, tozunu, sessizliğini, arkadaşlarını, yüreğinin sahibi Rozetta’yı, çocukluğunun, gençliğinin geçtiği sokakları, sadece kendi cinsinin takıldığı o derme çatma barı, Walmart’da ara zamanlı çalıştığı işini özlemişti. Polis korkusu ve krakerlerin (hispaniklerin beyazlara verdiği lakap) dışlayıcı bakışları haric, Kingman’ı her şeyi ile çok, pek çok özlemişti. Las Vegas‘da biraz toparlanıp para biriktirdikten sonra, yine Kingman‘a dönerim diye geçirdi aklından. Midesindeki şiddetli bulantıya, başının bir fırıldak gibi dönmesine rağmen, hayallerinin itelediği umut baskın geldi ve bir an güçlü hissetti kendini. Ancak bacakları bir türlü anlamıyordu yürümeleri gerektiğini, aniden boşalıverdiler! Pes etmek istemese bile, artık vücuduna, kaslarına, midesindeki bulantıya, artarak zangır zangır gelen titremelere söz geçiremiyordu. Boylu boyunca yere yığıldı. Son bir gayretle yüzünü ışıltılı gökyüzüne çevirdi, bakışları gecenin karanlığında  parıldayan yıldızların arasında kayboldu. Günlerdir güneşten kapkara olmuş, kemikli yuvarlacık yüzünde ise gözleri; yıldızların arasında kaybolan bakışlarının dönüşünü beklercesine, soğuk ve donuk öylece açık ve kıpırtısız kalakaldılar..

Selena Lopez, ağabeyine kavuşamadı. Ne kararlaştırdıkları gün ne de art arda geçen üç gün boyunca.. Carlos Gila Bend’e hic gelmedi!

Sağ mı değil mi? Bu belirsizlikle kalamazlardı. Carlos’dan bir haber alma umuduyla annesi her saat başı arıyor ama her telefon konuşması gözyaşları ile sonlanıyordu. Yirmi beş yaşında, sevecen, şefkatli, iyi yürekli, esprili, komik, cıvıl cıvıl hayat dolu ve yaşamaya dair güzel umutları olan tek oğul tek ağabey, şimdi neredeydi? Selena en sonunda, Meksika-Amerika sınırını geçerken kaybolmuş kişilerin ailelerine, kayıplarını bulmak için, kimliklerini tespit için gereken adli tıp desteğini de vererek yardım eden Colibri Merkezine durumu bildirip onlardan yardım istedi

“Bu acı verici belirsizlikle yaşayamıyoruz, ölü veya diri ağabeyimin nerede olduğunu bilmek istiyoruz,“ dedi. Onları Carlos’un yolculuğunun başlangıç noktasını, planlarını hatta yola çıktığında giydiği kamuflaj giysileri, Fruit of the Loom çamaşırı, beyaz spor ayakkabısı, lacivert kot kumaştan sırt çantası gibi ayrıntılara kadar bilgilendirdi ve bir fotoğrafını da merkeze elektronik mesajla gönderdi.

Selena’ya uzun süre umutlu bir haber gelmedi. Sonunda, genc kadını merkezden aradılar. Araştırmanın altıncı haftasında, yolculuğa çıktığı noktanın yaklaşık 45 km kuzeyinde bir kayanın dibinde bir ceset bulmuşlardı. Ceset hayli çürümüş olduğundan Carlos‘un fotoğrafı yardımcı olmamıştı ama cesedin genç bir adama ait olduğunu kanıtlayan eksiksiz beyaz dişler, Selena’nın tanımladığı kamuflaj giysileri ve Fruit of the Loom çamaşırı yüzünden cesedin Carlos’a ait olduğunu düşünüyorlardı. Selena’yı DNA tespiti için Arizona’ya merkeze çağırdılar. Uzun bir yolculuk ve test sonrası her şey belirgindi artık!

Yoğun, yakıcı bir acıyla dolu olan belirsizlik yerini derin bir üzüntüye ve yasa; asla yaşlanamayacak o sevgili genç adama  ömürleri boyunca duyacakları sonu gelmez bir özleme bıraktı.

Merih Sunay

Ekim 13-2022-Chelsea, AL

Öyküm 13 Kasım 2022 de arsizsanat.com da yayınlandı

https://arsizsanat.com/fruit-of-the-loom/



Thursday, May 13, 2021

BAYRAMLAR ve 400 Trilyonda 1 Şans YAŞAM


 

“Aklından bile geçirme elini sürmeyi o tepsiye  (baklava tepsisi) yarına dek!”

Anneannemin mutfağa dalan torunlarına yenilediği cümle.

En büyük kuzenlerimiz de bayram temizliğine katkıda bulundukları evin her köşesini biz miniklerden koruma görevinde. 

“Orda oturamazsın, buraya girme, ayakkabını çıkart"

Ceviz ağaçlarının gölgesine kurulmuş, iki katli evin misafir odası ise zaten kilitli.

Arefe gününün tantanası hep temizlik, pişirme, taşırma ağırlıklı olduğundan, ben ve kuzenlerim mevsim ilkbahar veya yaz ise bahçede, özgürlüğün sarhoşluğu ile her türlü yaramazlığı yaparak zaman geçirirdik. Çamurlara bulanmak, bahçede tırmanmadık ağacın kalmaması, üstün başın kirlenmesi, el ve yüzlerimizin toz topraga bulanmış olması bile dert değildi. Anneler, teyzeler, yengeler başkomutan anneannenin direktifleri ile bizim dahil edilmediğimiz işlerle uğraşırlar iken akıllarına bile gelmezdik. İki katli evin her bir penceresini, camlar saydamlaşıncaya dek temizlemek, evi baştan aşağı yıkamak, evde ki her toz parçasının peşinden koşmak, mobilyaların bir oraya, yok olmadı buraya yerlerini değiştirmek, yıkanmış dağ gibi çamaşırı ütüleyip yerleştirmek ve mutfakta harikalar yaratmak gibi işler. Bu telaşın içinde en çok o guzelim el dokuma halılarına üzülürdüm (dokuma halılarına düşkünlüğüm çocukluktan kalma demek ki). Arefe sabahı gün ışığını görür görmez, halılar tek tek bahçedeki iplere dizilir ve orada önce bir güzel dövülür pat pat, sonra Sivas kalesini gözleyen terasta arap sabunuyla kıl fırçalar ve yer bezleri ile ovalaya ovalaya iyicene kendilerinden geçirilirken, halılar inceldiklerini ve ömürlerinin azaldığını da hissediyorlar mıydı acaba? 

Benim aklım mutfaktan bahçeye kaçan kokularla, en az 29-30  kişi oturacağımız bayram yemeğine kayardı zaman zaman.


Gündüz geceye dönünce, erkekler hazırlanan sofraya oturunca da, evin tüm kadınları (annem, iki teyzem, 3 yenge, yaşı 4 den büyük olmayan erkek kuzenler ve tüm kızlar), evin sokağında olan hamama giderdik. En temiz, en renkli, en canlı, en yüksek sesli, en güzel kokulu, en güzel lezzetli en eğlenceli gibi sıfatların hepsinin birden buluştuğu yerdi bu hamam. Arefe gecesi sadece kadınlara ve çocuklara açık, her köşesi sarı ampullerle aydınlanmış, sabun kokan hamama giderken bile içim sevinçle dolardı. Evden taşınan dolmalar, börekler, çeşitli meyveler ve diğer lezzetler, göbek taşı keyfine dek sağlam sakin dursunlar amacıyla, serince olan soyunma kabinlerinde bırakılır, ardindan peştamal ve takunyalarla (çocuklar icin mayo ve tokyo terlikler) hamamın akustik koridorundan geçerek tahta kapısına ulaşır ve kapıyı açar açmaz da yoğun bir buhar ve sabun kokusu bizi karşılardı. Anneler tarafından önce neredeyse kaynar sularla yıkanır, sonra azad edilirdik. Kabinlerden getirilip göbek taşına dizilen çeşitli yemeklerden ziyade en çok; hamamın tahta kapısına varmadan önce yer alan serince alandaki fıskiyeli küçük havuzun etrafında kuzenlerimle gazoz içmek, sürekli gülmek, sürekli koşuşturmak, hamamın akustik özelliğini çok sevdiğimizden, bildiğimiz marşları bağıra çağıra söylemek, şiir okumak falan gibi şeylerle oyalanmayı tercih ederdim. Annelerin arefe partisinde söyledikleri şarkıların, türkülerin nağmeleri kulağımıza uzanır ve işte o anda gece uykuya dalıncaya dek beni hiç terk etmeyen tarif edemeyeceğim tatlı bir huzur kaplardı içimi. Misafirliğe gittiğimiz gecelerde de (Malatya anılarımda) derin bir uykuya dalıp, sonra yarı uykulu yarı uyanık halde babamın kucağında eve döndüğümüz zamanlarda duydugum ve kendimi bıraktığım huzurlu mutluluk gibi..


 Çocukluğumun anneanne-dede evinde geçen her bayramı hep kalabalık, karmaşık ama çok eğlenceli gürültü, patırtı içinde olarak aynı düzende geçerdi. Tek fark aileye yeni katılan bebekler ve 4-5 yaşına vardığından annelerimizin korkusuna bahçeye yanımıza kattığımız ayak bağı kuzenlerin sayılarının artmasıydı. Arefe geceleri, yeni ayakkabılar, giysiler başucumuzda uyur, sabah nefis kahvaltı kokusuna uyanır, camiden sabah namazına gitmiş, dedeyi, babaları, dayıları, enişteleri beklerdik heyecanla. Geldiklerinde büyüklerin ellerini öper, bayram harçlıklarımızı, ve şekerlemelerimizi alır, hep birlikte hazırlanmış 2 adet masanın ve biz çocuklar da yer sofrasının (kendi tercihimizdi, büyüklerin az biraz gözlerinden uzakta olmak için) etrafinda yerlerimizi alırdık.


Bayramlarda anneannemin menüsü mevsime ve hangi bayram (Seker/kurban) olduğuna göre değişirdi. Aklımda kalanlar başta içli köfte (içine para saklanır, onu bulmak derdiyle yediğimiz sayısız nefis köfteler), mumbar, hingel, Divrigi pilavi, peskutan çorbası gibi çok özlediğim ve pişirmesini hiç öğrenmediğim lezzetler ve tabi bol miktarda et-kebap, köfte sınıfına giren yemekler. Annemin elinden hurma (kalbura bastı), anneanneden ev baklavası ve başka çeşit tatlılar da elbet listenin önemli parçasıydı, ama çocukken tatlıyla hiç aram olmadığından pek hatırlamıyorum :-)


Sofralar benim icin sevgi, birlik beraberlik ve neşenin hissedildigi ortamlardır. Sofralar küsleri barıştırır, sofralar birbirimizi tanımamıza keyifli bir ortam sağlar, sevgimizi saygımızı sergilediğimiz, en güzel sohbetleri açtığımız yerdir. Hele de çocukluk anılarımız daki bayram sofraları, hiç unutulmaz degil mi?

 

Bu  bayramlarin üzerinden 50 küsur yıl geçti, büyüklerimiz göçtükten sonra Sivas şehrine bir daha hiç gitmedik. Büyük dayım ve ailesi İstanbul'da, geriye kalan herkes Ankara'da yaşadık. Sonra biz kuzenler Ankara, İstanbul, İzmir, Zürih ve Birmingham'a dağıldık ve zaman içinde anneleri, teyzeleri, dayıları, yenge ve enişteleri kaybettik, dört büyüğümüz kaldı sadece..

 

Sivas’da yaşanan bayram buluşmalarının etkisi ile olmalı çocukluğumda; annemin tüm ailesi, teyzeler, dayılar, kuzenler dede, anneanne ile bir arada yaşayacağımız çok katlı bir apartmanda olmayı ısrarla hayal ederim (babam tek çocuk ve öksüz).

Hayat ve hayaller; hele ki çocukluk hayalleri çoğunlukla buluşmuyor. 


Yıl 2021, artık ben büyük anneyim (hem anneanne hem babaanne), ama eşim hariç sevdiğim herkeslerden uzaktayım. Yıllardır, faydasız bir çaba ile Noel ve Paskalyalarda bizim bayramların tadını bulmaya çalıştım, ama canım annem Louisa’yı  (kayınvalidem) kaybedince, çocuklar tek tek yuvadan uçarak bu kocaman kıtada dört bir yana dağılınca, kalabalıkla yaşanan Noel ve Paskalyalar da anılara yerleşti. Hayat bu, öyle değil mi?

Sevdiklerimle ve geleneklerle yaşayamadığım 57. Bayramim (ramazan ve kurban bayram toplamlari) bu gün. Türkiye’de ki canım ailemin ise ilk kez yaşayacağı bir ıssız ada bayramı, benimkiler kadar ıssız olmasa da..

 

Çocukluk anılarımız hep en canlı anılardır,  çünkü çocukluk en tasasız (taciz edilen, bin bir türlü sorunla yaşayanlar hariç) yaşadığımız dönemdir. İlk gençlik ve gençlik sevinçli bir telaş içinde kendimizi anlamaya çalıştığımız ve eğitimimizle uğraştığımız dönem, okullar bitip yetişkinlerin hayatına dalınca ev aile, kariyer çocuk derken bir de bakmışız orta yaslardayiz. Çocukları büyüttük rahat edeceğiz derken, çoğunluğun büyüklerine bakma, şefkat sunma ve yakın ilgilenme dönemi veya kimilerinin torun bakma zamanı .....

İşte dur-durak bilmeden geçiyor hayatlarımız. Rüzgar gibi! Bu yaşlarda daha da mı çabuk geçiyor gibi hissediyoruz? 

 

Bayram arifesinde tüm bunları düşündüm işte ve ODTÜ nün popüler hocası Mehmet Gürkaynak'ın  ünlü sözü geldi aklıma: 

"Dün geçmişe ait, yarın geleceğe ve içinde olduğumuz an yaşadığımız zamandır, anı yaşamayı bilmelisiniz."


Evet hepimizin yaşamları baştan sona değişik, ama önemli bir ortak noktamız var: 

Dünyaya  gelmiş olmamız 400 trillion içinde 1 tek olasalık (bilim adamlarının hesabı)!

Eğitimimiz, ailelerimiz, imkanlarımız.. pek çok şükürlerimiz de var. 

Şanslıyız pek çok - çok açıdan da!!

Şu an Hindistan'da başının üzerinde damı bile olmayan 2 milyon evsizden birisi de olabilirdik, hem de bu pandemide......ama değiliz!

Bu şansın bilinciyle yaşamalıyız geri kalan zamanımızı. Her günümüzü bayram gibi, herşeye rağmen bayram gibi yaşaya bilmeliyiz. Bu zor bir sanat ama imkansız değil.

 

Başta ailem, dostlarım, arkadaşlarım, sınıfdaşlarım hepinizin Ramazan bayramı (Şeker bayramı çocukluğumuzdan) kutlu olsun. Seneye sevdiklerimizle kucaklaşarak karşılayacağımız, sağlıklı huzurlu bir bayram yaşamamızı diliyorum. 

Bu yıl Kurban bayramina yetismez diye dusundum bu dilek 😊







 

Carpe Diem 

 

Sevgiler